MASUMANE BAKISLAR
Gözleri unutulmazdı. Bakışlarındaki gizemli sevgi ışık oluyordu. Gülümsemesi ayışığını andırıyor, içtenliği bedene zulm ediyordu. Sabah güneşinin doğuşunda hissedilir bir yakınlık vardı gözbebeklerinde... Sanki dudakları konuşamıyor gözleriyle çok şey anlatıyordu. Bedenin suya ihtiyacı gibi çekiyordu gözleri... Gerçek aşk olmalıydı bu gözler ve onun içindeki tılsım gibi donduran bakışlar.... Gözbebeklerinde huzur belirtileri aksediyor, suların berraklığında dans ettiriyordu. Yudum yudum romantizm her yere dağılıyordu. Karanlıktan aydınlığa yeni bir gün doğuyordu... Saatlerce gözlerine bakmak baş döndürüyordu. Sevgi dolu bakışları sanki cennetin yollarını aralıyor, gözlerinde ölümü aratıyordu. Mümkün müydü o gözlerden kaçmak? Mümkün değildi elbette... Belki ömrümüzde sevgi dolu bakışları bir defa yakalayabileceğiz, belki de sahte bakışlarda gülümseyeceğiz... Kim bilebilirdi?.. Suların berraklığında yakaladığınız masumane bakışları asla reddetmeyin. Çünkü hayatınız boyu bir daha aynı samiyeti bulamayabilirsiniz.... Masumane bakışlarda buluşmak dileğiyle....
CADDELERDE RUZGAR AKLIMDA ASK
Caddelerde sisli, puslu bir kış ikindisi. Ağaçlarda salkım salkım eski zamanlardan kalma anılar...Yapraklarda yere düşmeye hazırlanan yağmur damlaları... Bir yaprak kıpırdıyor işte, gümüşi bir damla usulca yere düşüyor. Sen sanki, yaprakların arasından bana müzipçe gülüyorsun. Beni her zaman şaşırtırsın zaten. Beni her zaman güldürmeyi bilirsin. Farkına bile varmadan bir şarkı dökülüyor dudaklarımdan "Caddelerde rüzgar, aklımda aşk var." Rüzgar keskin ıslığı ile şarkıma eşlik ediyor. İstasyon Caddesi'nin tenhalığı nedense ilk defa içime dokunuyor. Arabaya binsem ve birlikte gezdiğimiz yerlere gitsem,evimde şiirler okuyarak telefonunu beklesem, telefonunun gelmediği zaman seni başka yerlerde arasam. Sonra sen gelsen yanima, yine "......" desen, ben yine senin gözlerinde sorsuzluğa mahkum edilen aşkımı görsem. Ayrıca şarkılar gerçek oldu bu kez.Caddelerde rüzgar,aklımda aşk var. Yalnızım, üşüyorum, özlediğimse çok uzaklarda. Bahçeme melekler yağıyor, hepsi de tanıdık. Senden doğan, gözlerinde hayat bulan, bizi koruyan, kollayan ve en önemlisi ikimizi bir araya getiren melekler... Son kez yine seninle gezmiştik oraları. Sen kimbilir belki de, uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin şimdi. Benimse herşeyim aynı. Geceleri bodrum katlarına yağmur daha çok yağıyormuş, bugünlerde bir tek bunu ögrendim. Birde geceleri daha uzun sanki, bitmek bilmiyor. Bana anlatmak için neler biriktirdin içinde? Benim sana anlatacağım yeni birseyler yok. Dedim ya her şey aynı. Ama sanki biraz mahsunluk çöktü üzerime, bir de gülüşlerim sanki biraz azaldı. Sen olsaydın hemen anlardın.Sen benim herşeyimdin. Arkadaşım, dostum, öğretmenim, talebem, sevdiğim. Koşulsuz bir sevgiyle sevdim seni,bağlandım. Sen kimbilir belki de,uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin şimdi. Benimse içimde kocaman bir boşluk var. Hayır,üzülmüyorum, içimdeki boşlukta birtek özlemin yankılanıyor. Hayır, sana anlatmak için yeni şeyler biriktirmiyorum içimde, çok istesen hikayeler uydururum. Ama hikayelerimden önce itiraflarım olacak. Kendimden bile gizlediğim duygularımın itirafları. Sana aşık olmaktan delice korktuğumu, sana bakarken içimin titrediğini.Daha pek çok, sırrımı anlatacağım sana. Gerçi anlatmama gerek yok,sen zaten hepsinin çoktan farkındasın... Sen kimbilir, belki de uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin simdi. Bense odamda senden uzak. Hayır beni merak etme, üzülmüyorum. Biliyorum, ikimizde yoktuk bu aşk basladığında ve çok iyi biliyorum,sonsuzluğa mahkum edildi bizim aşkımız. Dedim ya, beni merak etme. Üzülmüyorum, yalnızca biraz, biraz üşüyorum.......................................
BIR KUTU DOLUSU YASAM
Bir kutu dolusu yaşam gönderiyorum sana, sade bir kurdeleyle süslenmiş. Çöz kurdeleyi ve kaldır yavaşça kutunun kapağını. Kocaman bir fırça ve bin renk koydum kutuya bir cennet resmi yapıp içine gir diye... Düşler serpiştirdim gizlice, düş kurmayı unutma diye. Bir tanede elma şekeri yerleştirdim, içindeki çocuğu yeniden tada bil diye... Güneşin batığını, billur suyun sesini, kırmızı gelinciklerin saflığını, taze ekmeğin kokusunu ve bir gülümsemenin sıcaklığını da sığdırdım. Ruhlarımız aç kalmasın diye... Kutuya biraz da sevecenlik koydum, güçlü ol diye,çünkü acımasız olan güçsüzdür. Beyaz bir güvercin uçup kendi kondu kutuya, barışı ve özgürlüğü sunmak için.... Bir buket sevgi, bir yudum aşk ve yarım bir elma da koymadan edemedim. Paylaşmayı anımsayalım diye... Sevdiklerimize onları sevdiğimizi söylemek için yarını beklemeyelim. Hemen şimdi bunu yapalım diye... İçtenliği, umudu neşeyi, bağışlayıcılığı, özgüveni ve açık yürekliliği unutmadım, "Ben" in dışına çıkıp bize ulaşa! bilelim diye... Son olarak da bir kart iliştirdim kutuya bak bu kartta neler yazıyor. Bu kutunun kapağını her kaldırdığında yaşamla ilgili yepyeni şeyler keşfedeceksin. Yaşamak için yarını bekleme, al yaşamı kollarının arasına ve sımsıkı sarıl yaşamdan yalnızca tad almak yerine ona bir şeyler ver. Kısacası bütünüyle "İnsan" ol. Unutma (!) yaşam dokuması henüz tamamlanmamış, olağanüstü güzellikte bir duvar halısıdır ve sana ait olan boşluğu yalnız sen doldurabilirsin. Kimseyi kırmamak ve üzmemek şartıyla istediğin her şeyi dene :) bir gün sonsuzluğun bulutlarına oturduğunda ne aklın kalsın ne de kırık bir yürek :)
SANA KOSMAK
Günlerdir yağmur yağıyor. Çatıya açılan penceremde yağmur taneleri. Odanın loş aydınlığında senle konuşmak, uzaklara gidip gelmek bir türkü dinlemek kadar güzel. Her gece böyle uzaklarda bir yanım, bir yanım özlemlerde fecrin ilk ışığını beklerken sevmenin ne güzel olduğunu yeniden keşfediyorum. Yeniden yaşama bağlanıyorum. Bir limana koca kalın halatıyla bağlanmış bir gemi gibi tüm fırtınalardan uzak kaygısız olmak güzel. Bu gün yalnızlığımın denizinde kaybolup kendimle kaldım. Alışveriş yerlerinde dolandım elerim cebimde, kaybolmuş bir çocuk gibi vitrinlere baktım. Pek yaptığım şey değil. Saatlerce, dolandım baktım, bakındım. Dükkanlardan içeri girip ihtiyacım olan olmayan her şeye alıcı oldum. Tezgahtar kızlarla, oğlanlarla konuştum. Alacaklısı oldum bir sürü şeyden vazgeçtim. Elimde bir paketle dolanmanın güçlüğü aklıma geldikçe ne almak istedimse bıraktım. Boş boş gezmek, amaçsız dolanmak yorucudur... Yoruldum. Bir Cafeye girip kahve içtim. Çevreyi seyrettim. Koca çarşının orta yerindeydi Cafe... Geniş alanın iki yanında sıra sıra dükkanlar diziliydi. Gelen gideni seyretmenin tüm olanağı vardı. Acelesi olanlar. Amaçsız gezenler. Sadece kuru kalabalık edenler. Kadın, erkek genç yaşlı bir sürü insan bir yerlerden bir yerlere koşturup duruyor. Çocuklar; onlar her şeyden habersiz canları ne istiyorsa onu yapıyorlardı. Ailelerinin tanıdığı özgürlük çerçevesinde en güzeli yaşamaya çalışıyorlardı. Saflardı, temizlerdi. Beğenmek, beğenilmek kaygıları yoktu. Birileri bana bakıyor mu diye eteğini, ceketini düzeltmeden kıçlarından düşen pantolona aldırmadan oradan oraya koşuyorlardı. Yaşamak güzel ve insan isterse hayran olabileceği bir çok şeyi görüp keyifli anlar yaşayabilir. Bilirsin küçük sevinçlerden mutluluklar devşirmede üzerime yoktur. Ama şu an adını koyamadığım bir burukluk var yaşadığım her şeyde. Tek şekerin yetemediği kahvenin acı tadı ve ağızdaki burukluğa benzemiyor yürekteki burukluk. Bazen hiç aklında yokken aklına gelir. Hiç düşünmek istemediğin de yakana yapışır ve seni alıp götürür. İşte öyle bir andı çocuklara daldığım an. Sen yanımda oturmuş o kısık, içten ve sıcak sesinle "Ne oldu, yine daldın" dedin. Dönüp bakmadan “Ballı süt yapıp iç demiştim. Sesine iyi gelir diye. Yapmamışsın...” diye düşündüm bir an. Yanımdaydın ve benim çocukları izlediğim gibi sen de beni izliyordun.... Elini uzatsan değecektin sanki. Evet yakındın, yanımdaydın. Nefesini hissettim. Yanımdaydın, beni izliyordun. Çocuklar nasıl ki izlendiğinin farkına varınca şımarırlar bende şımarmak istedim. Sağa sola gülen gözlerle bakıp yaşadığım o anın güzelliğini müjdeledim. Sonra sustuk, uzun susmalarda birbirimize baktık. Hayır ben çocuklara baktım, sen beni izledin. Senin oturduğun yöne dönüp bakmaya korktum, büyü bozulabilirdi. Sen sır olabilirdin. Oysa telaşım yersizdi. Yanımda olmadığında yüreğimdeydin... O an sigara içmek, kahveden bir yudum almak yapabileceğim en iyi şeydi. Çakmağım, her çakıldığında o garip sesiyle beni alır uzaklara götürür eski muhtar çakmaklarından. Bir eskicide görüp aldım. Onardım. Gaz kokusu sarar her seferinde çakınca. Elimde gören dönüp nedense bakar. Ben çakmağımı seviyorum. Eskiye götürüyor beni, belki de köyümü anımsattığı için hoşuma gidiyor. İlk bizim muhtar Mahmut emminin elinde görmüştüm. Sonra fark ettim ki babamda da vardı aynısı. Babam da neden daha sonra gördüm bir türlü çözmüş değilim. Senin sigaranı bir gün bu çakmakla yakmak fikri aklıma geldi. Gülümsedim, merakıma bak. Acaba dikkatini çeker miydi çakmağım. Ne söyler, ne yaparsın? Her şeyin merak konum. Aslında çakmak bahane, diğer bir sürü şeyin olduğu gibi. Bir çocuk gibi dikkatini çekmek, benimle ilgilenmeni sağlamak için her şeyi yapabilirim... Bir geminin güvertesinden denize atlayabilirim. Boğazın mavi sularına kendimi bırakıp bir yandan yüzerken, bir yandan da kurtulmayı bekleyebilirim. Şimdi kendimi gecenin kollarına atığım gibi korkusuz ve sana koşar gibi rahat....
KORKUM
Gözlerini gözümden ayırmaman yüreğimdeki telaşımdı. Yemek mi yedim, yoksa sen mi beni tükettin bilemedim. Elim bıyığımda durmadan çekiştirdim. Her çaresiz kalışımda, her ne diyeceğimi bilemediğim an olduğu gibi. Sonra o ne gereksiz söyleşiydi öyle: Anlamsız şarkı sözleri üzerine. Oysa ne çok şey kurmuştum kafamda. Bir ara ince dal gibi çocukluğumu, haylaz ve asi gençliğimi anlatmayı düşünmüştüm. Bakışların altında ne diyeceğimi unuttum. Çok şey konuşup hiç bir şey söylemediğim, yemeği bırakıp lafı ağzımda gevelediğim o an seni sevdiğimi nasıl söyledim, çatalım patates kızartması ile biberler arasında gidip gelirken. Başımı kaldırıp baktığımda hala bakıyordun... “Seni seviyorum” dedim bir daha. Bir daha demek geliyordu içimden. Hiç durmadan art arda söylemek ve hep yeniden söylemek istiyordum. İstemesi kolay söylemesi zor, söyleyemedim. Sustum öylece gözlerim gözünde yalvaran çocuk avazlarına sarılıp. Aramızda masa, masada tabaklar çatal bıçak ve kaşık, patates kızartması, kızartılmış sivri biber. Karışık ızgara. Su şişesi, bir yudum alınmış köpüğü üstünde bira bardakları... Garsona, ve yan masadaki çifte aldırmadan, sana sıkıca sarılıp öpebilirdim. “Ben de seni seviyorum” dediğinde. Kim ne derse desin, cesaret dedikleri: Dişe diş bir kavgada ustura ağzı gibi bilenmek değil. Bir kadının gözlerinin içine durup sevdiğini söylemekte. İşte bunu öğrendim. Uzakların vurup diz çökerttiği yalnızlıkların yüzü soğuk kireci soluk boş odalarında kaldım. Isınmaz, ısıtamaz kendini ellerim. Boş yüreklerin ayazı gibi üşür duvarlarım. Ellerim işe güce varmaz oldu. Yorgunluğum omuzlarında ayrılığın ağır yükünü taşıyor. Günlerden sonra ilk kez bugün, öğleden sonra dışarı çıktım, dolandım. Birilerini bulup keyifsiz ayak üstü lafladım. Bir gazete, dergi ve sigara aldım. Evet, hala içiyorum kendimi öldüresiye. Gün döndü dönecek. Güneş almış başını gidiyor Jura dağlarının ardına. Ben yine kaldım bir başıma: sana verilmiş sözlerimle...
YALNIZLIGIM KONUSUYOR
Her düş, uzak bir ülkedir. Öyle kolay gidilip gelinmez... Sözcükler bazen çaresiz kalır... Bir sigara, bir tane daha... Odam duman içinde... Başımın üzeri başı dumanlı dağlar gibi... Bu duman içinde olsa başımı dik tutmalıyım. Başım dik... Bu mevsimde pencere, kapı açmak da olanaksız. Dışarıda kurt ulutan bir soğuk kol geziyor. Böylesi gecelerde pencereden dışarı baktıkça ellerim üşür. Ellerimi cebime koymak, ısıtmak isteğiyle devinirim oturduğum yerde. Bu hep yarım kalan bir deneme olarak kalır. Ayıkır vazgeçerim. Az önce perdeleri savurup açtığımda camda buğu, dışarıda karanlık bir soğuk, kendi ışığıyla ısınmaya çalışan sokak lambasından başka kimsecikler yoktu. Camın buğusuna adını yazıyordum ki, komşunun kedisi nereden çıktıysa salınarak sokaktan gelip geçti. Tam bir tekir... Üşümüştür belki de. Kediler üşür mü...? Sokak lambası bile üşüyor. Kediler de üşür elbette... Kedileri anlıyor muyum ben ? Bak bunu hiç düşünmemiştim. Ama anlasam ne olur ki. O benim onu anladığımdan bihaber olduktan sonra. Seni anladım dediklerim hep karşıma dikilip "Hayır, sen beni anlamadın" dediklerinde aklıma bir gelip bir kaybolan ilk ve tek soru. "Peki sen beni anladın mı ?" oldu hep... Şimdi biliyorum ki; hiç bir birimizi anlamıyoruz... Anlamamak pek kötü değil. Buna katlanabilir insan. Asıl sorun anlamazlıktan gelmekte. Bildiğini bilmezden, gördüğünü görmezden gelmekte... Bazen susarız lal bir yalnızlık gibi... Diyecek bir söz gelmez aklımıza... Susmalar hep çaresizliğimize yorulur. Çaresizlik olmadığı bir yana, her susma, susma da değildir... Dil susarsa sırası gelmiştir yüreğin. Bazı şeyler sırayladır. Parayla olmaz her şey. Yürek bilir bunu ve hiç bir övünmeye başvurmadan tüm doğallığıyla başlar konuşmaya. Konuşunca da güzel konuşur. Yürekten... Yüreğin dili gözlerdir. Gözlerini sözlerine dil eder... Biliyorum az sonra çekip gideceksin. Bir bilinmezden geldiğin gibi yine öyle birden bire başka bir bilinmezde yitip kaybolacaksın. Düşlerde gidip gelmek zordur. Uzak ülkelere gidip gelmek kadar yorar insanı. Buyur otur. Ellerin belinde dikilip durma öyle odanın ortasında. Yoksa beni anlamadın demeye mi geldin ? Hayır, anladım... İlk ve tek seni anladım... "Dur gitme..." Duvarlar, pencereler, pencerede cam sallanmasın. Adın silinmesin camın buğusundan. Kapıları çapma... Perdeleri yüzüne çektiğim soğuk gecenin kapıları arkadan kilitli. Konuşuyorum... Bir şeyler diyorum. Sen... Sen yoksun, sesim yok. Yalnızlığında mı bir sesi var ? Bir yüreği var biliyorum. Sesi olduğunu bilmiyordum. Yalnızlığım konuşuyor dinle o zaman... Anlarsan zaten gitmezsin.
YESIL BAHAR
Eskiden olsa, yapraklar sararıp dökülmeye başlayınca, günler kısalıp erken karanlıklar çökünce içimde kararırdı... Umutsuz, yoksul kalmış gibi zayıf düşerdi direncim. Eli bırakılmış ne yapacağını bilmeyen bir çocuk gibi olurdum. Nedense bu sonbahar o kasvetli havalarda, yağmurların bardaktan boşandığı, gün boyu yağdığı günlerde hiç de kendimi öyle hüzünlü kedere yüzünü dönmüş gibi duyumsamadım. Kar yağdı dağlara, sevindim buna. Yarın öbür gün düze iner biliyorum. Kapının önü garajın önü sabah kalktığımda bir dolu kar olur. Ve evden çıkar çıkmaz karı atmak gerekecek. Az daha erken çıkacağım dışarı. Başımda şapkam, boynuma doladığım atkım ellerimde eldiven... Beni böyle görmediğine, görmeyeceğine de sevineceğim. Seni korkuturdu belki de. Eşkıya kılıklı bir adam sabahın köründe kar atıyor. Zaten kapıdan baksan, pencereden başını uzatsan kar topuna tutarım seni... İçeri kaçarsın mutlaka... Şimdi kışın güzelliğini yaşayabilirim. Uzun akşamlarda senle olmak adına diye, dışarıdaki karanlıklar beni rahatsız etmez artık... İnsan paylaştıkça ısınıyor, çoğaldığı gibi... Ellerimi üfleyerek ısıtacağın aklıma geliyor. "Donmuş bunlar" diyerek yüzünü buruşturacaksın. Yüzünü böyle yapmana üzülüp, "soğuk değil üşümüyor bakma serin olduğuna" derim. Parmak uçlarında sızı... Ne garip değil mi...? Hem nefesinle ısınsın istiyorum, hem sen üzülürsün diye ödüm kopuyor. İnsan sevince incitmenin hiç birine dayanamıyor. İstiyor ki sevdiği hep gülsün. hep neşelensin. Kaşını az çatsan yüreğim bir al vere düşer. Gerçi o ince kaşları da nasıl çatacaksan, ki mutlaka komik olur. Ama yinede ben telaşımdan yerimde duramam. Sen hep gülmelisin. Evet, biliyorum insan hep gülmez ki; ağladığı da olur... Durup durakaldığı anları da olur. Ve belki de acı sözü de olur insanın... Seviyorsa insan bütün bunların hepsini de sever... Derim ya hep; güldeki diken narinliğinden, incinmekten korktuğundan. Kırılganlığından. Gülü seven dikeni de sevmeli. Acıtacak incitecek diye korkan biri gülü asla sevemez. Bahar hep güçlüdür. Kış ortasında gülden söz etmek bile bunu gösteriyor. Sanki umutları besleyen emziren bir ana gibi.. Hani şu tanrıların anası gibi Anadolulu Kıbela sanki. Toprak gibi bereketli... Umutlarımız hep baharla doğuyor, baharla besleniyor. Kış ortasında bahar düşü. Ama bu kış benim bahar düşüm sensin. Karın soğuğun orta yerinde bir tutam bahar. Bir tutam dediğime aldanıp küçük dediğimi sanma... Kocaman bir bahçe, bir yeşil uçsuz bucaksız.... Yeşil yeşil işte...
VE SONRA
Senle uyanıp, saç baş darmadağın, gözler mahmur ayna karşısına geçiyorum. Sana güler gibi aynalara gülümsüyorum. Gözlerimde kalmış bir kare resmini çiziyorum aynanın içine ve senle sabahın içinde sabah söyleşine başlayarak güne başlıyorum. Sanki hiç gitmemiş ve sanki hep buradaymışsın gibi... Ne yalan söyleyeyim aranıyorum evin içinde, kahvaltı masasında, pencere önünde, radyodan yükselen bir türkünün ezgisinde. Bir görünüp bir kayboluyorsun. Bir değip bir kayboluyorsun. Sonra, sonrası yok bir yalnızlık giriyor koynuma. Albümleri karıştırıyorum ( bana yolladığın resimlere) birer birer bakıyorum. Şimdi şu an hangisine daha çok benziyorsun diye düşünüyorum. Her resimde daha farklısın. Ama tümündeki ortak yan, değişmez kalan gözlerindeki hüzün. Hüznünü çalmak istiyorum. Ellerini düşünüyorum, ince parmaklarını. Sonra saçlarının dalgalarındaki yansıyan ışığı, gözlerindeki sıcak sevgiyi... Gülüşünü... Elini tutup parmaklarını teker teker açıp avucuna binlerce öpücük doldurduğumda ne yapacağını... Parmak uçlarıyla resimlere dokunuyorum. Bir an sanki gülümsedin gibi geliyor. Hani dokununca gıdıklanır ya insan öyle. “Dur.” diyecek gibi olup kendini parmak uçlarının ince dokunuşuna bırakır gibi sesiz bakıyorsun. Sana en çok yakışan gülüşü dudaklarına kondurup öyle hüzünlü ve yine öyle sakin bakıyorsun... Kaşlarını düzeltiyim diyorum... Olmayan asla düzeltilmeye gerek duyulmayan ince kaşlarında parmaklarım. "Bırak, karıştırma" diyorsun sanki. Ve sonra. Sonrası yok....
MAYIS
Bazen böyle yokluğunda kış ortasında Mayısı anımsarım; Adına “Kar altında yeşile özlem” dediğim düşler görürüm. Çünkü Mayıs, umudumun yeşil dalıdır. Mayıs, adını koyamadığım hüzünlerimin sebebidir. Yollara düşer bir yanım, bir yanım kırlara koşar. Caddelerden, meydanlardan kol kola türküler geçer. Mayıs Güllerinin narin koktuğu, DENİZ soluyan bir rüzgarın acılarıma tuz bastığı aydır Mayıs.... Bir bahar sabahı düştüm kollarına bu toprağın “Ana gibi yar, Anadolu gibi diyar olmaz” diyerek... Bu toprağın anaları acıları iyi bilir. Yürekleri acı sağar. Çocuklarına emzirdikleri süt, söyledikleri ninnileri acı kokar... Türküleri yorgun yürekleri çatallanan bir sevdanın yollarını açar. Yollar ki ayrılıklara, yalnızlığa çıkar... Uzak hasretlere düşürür yüreklerimizi. Dünyanın hiç bir halkı bu kadar parçalanmış bir yürek taşımaz. Dünyanın hiç bir yerinde Anadolu gibi bir sıcak yürek bulamazsınız ve böylesine dişe diş kavgaların verildiği bir başka yer de yoktur. Bir Pir Sultan, bir miskin Yunus, bir deli sevdalarıyla Karacaoğlan yok. Eşitlikçi, hakça üleşmenin kavga neferi bir Bedrettin hiç olmadı başka bir yerde. Ve böylesine talan edilmiş bir ülke, böylesine soyulmuş bir toprak yok dünyanın bir başka yerinde. Sulatanlar şahlar at koşturdu. Açlarımız bir lokma bir hırka derken. Çok savaşlar gördü, çok isyanlar, başkaldırmalar... Kan fazlasıyla aktı, göz yaşı o keza. Bütün bunlara rağmen gülmeyi hepten unutmadık... Suları var bu toprağın Fırat gibi efsane, Dicle yanı başında ona aşık. Sonra Seyhan, Sakarya bir Kurtuluş Savaşı destanı, durup durup coşan. Kızılırmak asi bir başına buyruk. Dağların koynunda eğleyemediğimiz sular göz yaşlarımızla çoğalıp sel olurlar, umutlarımızla büyürler... Şehirleri var bu toprağın bir de şehri İstanbul. Bu şehri bildiğimizi sanırız. Bir şehri bilmek bir insanı bilmek ve anlamak kadar zordur. Bir şehri sevmek bir insanı sevmek kadar karmaşık ve anlaşılmazdır. Neden sevdiğini ve onunla olduğunu anlatamazsın... Susarak anlatabilirsin... Bakarak, dokunarak... Bu şehir iki büyük alan bir geniş cadde değil. Bu şehir boğazın boynuna sarılmış inci gerdanlık gibi sıkan iki köprü de değil. Bu şarkılar, bu gürültü de bu şehri anlatmıyor. Bu şehir senle gezdiğim sokaklar caddeler de değil. İçinde kaybolduğumuz şu alışveriş merkezleri, bir şey alamadan girip çıktığımız mağazalar, ıslak kaldırımlar çamurlu yollar... Şu üşüyen kız çocuğunun elindeki gül kadar nazik ve bir o kadar acıtmaya hazır dikenli gül bu şehir. Yedi tepenin gözünü diktiği denizdir bu şehir, gözleri mavi... Bir ressamın fırçasında akan boğazın suları, şairin gözünü kapatıp dinlediği şehirdir... Bu şehir beşik kertmem, sevdalım. Bu topraklar, gönül rahatlığıyla kendimi kollarına bırakacağım sıkı saran kundağım...
SEN UYUYORSUN
Sen uyuyorsun. Saçlarına dokunmaya kıyamıyorum. Uyanacaksın diye korkarak sokuluyorum iyice. Nefeslerimiz karışsın istiyorum. Canların bir birine karışması sabahın bu erken saatinde. Ne kadar zordur biliyor musun ? Sana bu kadar yakın olup dokunmamak. Bu kadar yakın olup öpmeden az sonra kapıyı çekip gitmek. Sen uyuyorsun... Gözlerimi senden alamıyorum. Bu loş karanlıkta bütün yüz hatların belirgin. Belki de bildik bir coğrafyada, memleketimin en ıssız köşesinde olma rahatlığı yüzündeki gezintim. Bu dağlar bildik asi dağlar bu yayalar, bu ovalar. Bu nehirler denizlere koşan umutlar... Korkusuz, kaygısız dolaşıyorum, bir tek, uyanacaksın diye korkuyorum yüzüne değen nefesimle... Sen uyuyorsun... Küçük bir gülümseme, dudağının köşesinde asılı kalmış. Kaybolup gitmeden tutabilme telaşındayım... Ve bir düş geçiyor gözbebeklerinden. Ahhh bir dokunabilsem o düşe... Başımı kalbine koyup uyumak ve o düşte seninle olmak istiyorum... Yüzün gölgeleniyor birden. Solgun bir keder olup takılıyor kirpiklerine. Kulağına eğilip fısıldıyorum “Hayır canım, hayır, yanındayım ben...” Dağılıyor bulutlar... Seviniyorum çocuk gibi. Sıcağın tenimde salınıyor. Gitmeliyim artık. Avucumda sakladığım küçük bir öpücüğü ufluyorum yüreğine doğru. Sana ulaştığı anda bir ışık patlayarak dolduruyor her yanı. Binlerce minik yıldıza dönüşüyor. Birinin eteğine tutunup yükseliyorum... Aklım, yüreğim sende kalıyor. Ve ben geceye uyanıyorum. Bir taş attım uzağa, ayrı düştüm. Sevincim denizlerinde sektirdiğim taştı, üç beş sekip boğulan... Sen uyuyorsun. Zifiri zindan gece kızıl saçların yastıkta dağılmış. Gözlerin sılama kapattığım kapılar. Hem deli bir su gibi akıp engel yıkardım. Hem de sakin bir liman kadar durgun, saklayıp koruyan. Hem asi, hem nahif bir çocuktum sende... Sen uyuyorsun ve ben az sonra kapıyı çekip gideceğim. Aklım yüreğim sende...
ELLERİMDE FESLEGEN KOKUSU
Söze bir yerden başlayıp bir şeyler söylemek, bir duyguyu devindirmek, bir merakı kışkırtmak lazım. Yoksa sessizlik olacak. Yan yana bir soluk atımı uzaklıkta o can sıkıcı, yalnızlığımız saracak. Seni bilmem ama vuracak can evimden beni. Hadi susma. Sen konuşursan yıkılacak bu umutsuz bekleyiş, bu yalnızlık. Zor olan konuşmak değil sevgilim. Zor olan susmak. Sen zoru başardın. Kolayı yapabilseydin keşke... Saatlerce konuşabilirim. Bir kelebeğin kanadına boyadığımız renkli umutları, bir karıncayı hayata bağlayan boyundan büyük işleri anlatabilirim. Gözlerine çaresiz yakalandığım, derinliğinde yittiğim, seni ilk öptüğüm anı anlatmak geliyor içimden. Titreyen ürkek, kaçmakla bana koşmak arasında gidip gelen halini anımsıyorum. Sonra seni ilk gördüğüm o bekleme salonun loş yalnızlığını. Yerden kalkıp genzi tıkayan o toz bulutu içinde kumral gülüşünü Umarsız dünyaya aldırmaz denize bakışını... Telaşsız küçük adımların, konuşurken gözlerinin içinin gülmesi. Sözlerin, birer birer. Gözlerin ışıl ışıl sardı. İnce parmakların cımbız görmemiş kaşlarına çeki düzen verirken, kirpiklerin öpüştü özlemle... Aynı iklimin yağmurlarında farklı damlalarda ıslanmak. Aynı zamanın farklı anlarında kesişen yolarımız. Seni sevmek özlemekti sevgili. Seni yaşamak sigara dumanı gibi içime hapsedip özgürlüğe solumaktı. Sen varsın diye mutluluk tabloları çizdim mavi göğe. Şiirler yazdım erguvan renginde narin. Ve hiç unutma bu gri bulutlar dağılır bir gün, mavi göğe ak umutlarımızı yazarız. Koklarsın umuduyla saksıda dağ çiçeği yetiştirdim. Odamı saran acımtırak ve derin bir koku yeşil yaprakları arasındaki mor, beyaz çiçeklerden yayılan. Şimdi kurutup bir başka bahara sakladığım fesleğen kokusunu taşır ellerim. Sensizlik; kimsesiz bir sokak çocuğunun yetim gözlerinde, uçurtması tellere takılmış çocuk bakışlarımda saklı. Sılasına özlem duyan yurtsuz türkü yüreğim. Yıllar da geçse üzerinden, kilometrelerce yollar da girse araya. Daha demincecik sarmış gibi sıcak sakladım seni koynumda. Hadi susma de bir şeyler...